08 Nov
12 Eylül 1980 Bir Darbe ve Bir Yolcu

      Esas itibariyle Sürmene ilçesi iki ana vadi ile güneye açılır.  Bunlardan birisi Küçükdere vadisi, diğeri ise Manahoz vadisi. Manahoz vadisi daha çok dini eğitimiyle öne çıkmıştır. Özellikle Beşköy Beldesi. O zamanlar ciddi bir dini eğitim almak isteyenlerin yolu mutlaka buradan geçmiştir. Bundan daha fazlasının olduğunu daha sonra fark edecektim. Henüz ilkokulu bitirmiş, körpe bir çocuktum. Hayatımı baştan sona değiştirecek ilk adımı attığımın pek te farkında değildim. Sırlarla dolu bir maceranın başındaydım. Nereye gideceğim, nasıl gideceğim, kimlerle karşılaşacağım, başıma neler gelecek bunları yaşayarak öğrenecektim.           

    12 Eylül 1980... Ilık ılık esen sonbahar melteminin ağaç yapraklarını ters yüz ettiği bir kuşluk vaktinde yola koyulmuştuk rahmetli babamla. O gün memleketin kaderinin de ters yüz olduğunu daha sonra anlayacaktım. Erken yola çıkmak gerekiyordu, çünkü yolumuz zorlu, bilinmezlerle dolu ve çok uzaktı. Araba mı dediniz, ayaklarımız kadar yaygın ve ayaklarımız kadar ucuz değildi arabalar. Taban gücü ve dualarla ilerliyorduk, daha doğrusu ritmik bir şekilde iniyorduk çıkıyorduk bitmek tükenmek bilmeyen dereleri tepeleri... Rahmetli babam önümde adeta hayatın tüm zorlukları sert ve kararlı adımlarla aşılır der gibi bir asker edasıyla yürüyordu. O günlerde ona ayak uydurduğum ölçüde bu hayata tutunacağımın farkında olmasam da.     Kuş sesleri derenin hışıltısına karışıyordu... Evet burası Küçükdere... Çilenin, yoksulluğun, hasretin harmanlandığı bir vadi. Adeta dereyle yoldaşlık eden yanı başında uzayıp giden araba yoluna daracık taş köprüden kendimizi attığımızda, anlamıştım yeni bir yola girdiğimi, yaşadığım, yüreğimi bıraktığım topraklara elveda ettiğimi. Toprak dediğime bakmayın en çok ta canım anamdan koptuğumu derinden hissetmiştim... Adeta boğazım düğümlenmişti ve birkaç damla gözyaşıma mani olamamıştım.    

    Başımı kaldırdığımda köprünün yolla kavuştuğu yerde tüfeklerini bize doğrultmuş iki asker duruyordu. Dur... Kimsiniz?... Nere gidiyorsunuz?... Korkudan adeta yere mıhlanmıştık. Babam, asker ağa bu çocuğu kuran öğrenmeye götürüyorum, biz bu köydeniz, zaten bizi tanırsınız. Asker, amca duymadınız mı darbe oldu, sokağa çıkmak yasak. Askerin lafı biter bitmez zor duyulan bir sesle eyvah sözü çıktı babamın ağzından, bu sözün derin manasını yıllar sonra anlayacaktım. Askerler bizlere kötü davranmadılar, hatta arabalarına alarak Vunit (Oylum) Köyüne kadar götürdüler. Yolculuk esnasında babama, artık geceleri sokağa çıkmanın yasak olduğundan, aksi davrananların karakola götürüleceğinden bahsedip durdular. Darbe nedir, sokak nedir hiç bir şey anlayamamıştım. Daha sonraki yıllarda en acı şekilde her şeyi anlayacaktım...    Vunit (Oylum) Köyünün karşı yamacından bulunan Oviya (Yazıoba) köyünden tırmanışımıza devam ettik. İlk hedef, ilk mola yeri Kavadüzü. Açlık ve yorgunluktan adeta ayaklarım bir birine dolaşıyor ara sıra düşüyordum. Babam hep az kaldı dese de bir metre bir mil kadar uzun geliyordu bana. Orman örtüsü seyrelmiş, çayırlar sıklıkla görülür olmuştu. Madur'dan esen serin rüzgar, duman çisesini tokat gibi vuruyordu yüzümüze... Dağ havasını, açlığı ve yorgunluğu derinden hissediyorduk artık. Evet sislerin arasından, sırt üstünde birkaç bina hayal meyal görünmüştü. Babam korkma bak geldik, burası Kavadüzü. Hani evden sana göstermiştim ya, karşı dağın tepesinde parlak bir ışık görünüyordu geceleri, işte orası burası. Elektriğin yaygın olmadığı o yıllarda orada yanan ve herkeste bulunmayan ışık kaynağı lüküstü ve gerçekten de çok lükstü. Bir açıp bir kapanan sislerin arasında sakız gibi çamurlarla balyoz gibi olmuş ayaklarımızla kaplumbağa hızıyla ilerliyorduk. Evet nihayet birkaç insan gördüm, bu dağlarda bizden başka yaşayanlar da varmış. Aha bir de bakkal varmış, bakkalda üzüm, yanında beton helva, yanında altın gibi parlayan sarı kurabiyeler, çarşı ekmeği de varmış. Cennet nimetleri dedikleri herhalde bunlardır.    Bakkalın kapısında iki kolunu kapı kasasına dayamış kara yağız, sakal gibi bıyığıyla bir adam duruyordu. Azcık korktuğumu itiraf edeyim. Babam    : -- Selamun Aleyküm Pala. Pala Dayı: -- Ooo hoş geldin Koloğlu, hayırdır ne işin var buralarda? Babam    : -- Bu uşağı okumaya götürüyorum Büyükdoğanlı'ya... Pala Dayı :-- Oku oku uşagum,  büyük adam ol, dedi.     Biraz rahatlamıştım,  korkulacak birisi değilmiş Pala Dayı. O gün bu gündür tanışıklığımız,   dostluğumuz devam eder Pala Dayı'yla. Bitişikteki çay ocağına geçtik, biraz helva, yarım çarşı ekmeği, ikişer bardak çay... Hayatımda yediğim en lezzetli yemekti. Ama aklım yine de o sarı kurabiyelerde kalmıştı. Babama da söyleyemedim, zaten o zamanlarda babalara her şey söylenmezdi. Bakışlarımdan anlamıştı derdimi Pala Dayı. Bir tane verdi bana. Çok sevinmiştim. Böyle bir tad yoktu dünyada, bitmesin diye Büyükdoğanlı Köyü'ne kadar azcık ısırıp cebime koydum, azcık ısırıp cebime koydum. Öğle mi ikindi mi hatırlamıyorum, bir vakit namaz kılmıştık Kavadüzü Camiinde, sanırım öğleydi. Artık karnımız tok, yolumuz ise inişti, bekle bizi Manahoz deresi, Aspalo, Fucaniyoz... Gidiyoruz bir geleceğe bilmeden, bilinmeden. Yaklaşık birbuçuk yıl kaldığım o köyde bir ömre sığdırılacak, yıllarca anlatılacak anılarım oldu. (Devam Edecek)

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.