08 Nov
Beşköy Yolunda

    O günlerde pek umurumda olmasa da, daha sonraları anlayacaktım ki müthiş bir tablonun içinden farkında olmadan geçip gitmişim. Kavadüzü’nden bahsediyorum. Birkaç kelam eyleyerek sizleri de bu resme dâhil etmek istiyorum. Küçükdere vadisi ile Manahoz vadisinin sırtında bir Sürmen takası gibi uzanan 900 rakımlı ve her iki vadiye de hâkim bir tepeydi Kavadüzü. Uğrak yeri olmanın ötesinde her an değişen manzarasıyla insanları büyüleyen adeta canlı bir tablo gibiydi. Küçükdere ve Manahoz vadisinden duvaklı bir gelin gibi yükselen sislerin, kucaklaşıp, horon teperek soğuk terlerini çayırlara bıraktığı yerdi Kavadüzü.      

    Ortasından geçen toprak yolunun etrafına tespih tanesi gibi dizilmiş Karadeniz Han Mimarisinin nadide örnekleri, yanı başında yamaca sırtını dayamış butik yayla camisi, avlusunda buz gibi suların aktığı şadırvan ve etrafını süsleyen yemyeşil doğal peyzaj, insanı alıp adeta masal dünyasına götürüyordu.       Meşhur adı Kavadüzü olmasına rağmen bir takım menkıbelere dayalı olarak, Kahvedüzü ve ya Kavgadüzü diyenler de azımsanmayacak kadar çoktur. Bildiğim tek gerçek hikaye, meşhur ipek yolunun Erzurum, Bayburt üzerinden Karadeniz limanlarına uzanan ve halk arasında Kervan Yolu diye bilinen kolu buradan geçmekteydi. Burada bulunan altyapı, kalıntılar ve hanlar gösteriyor ki Kavadüzü, sahile ulaşmadan önce kervanların konakladığı son mola yeriydi. Günümüzde bu güzergâh, Kervan Yolu olarak tescillenerek turizme kazandırılmıştır.       

    Neyse yemek ve namaz molası yorgunluktan sızlayan ayaklarıma bir nebze de olsa derman olmuştu. Yeniden yola koyulmaya hazırdık. Artık Küçükdere vadisi burada bitmiş, bu sırtla beraber Manahoz vadisine girmiş olacaktık. Bu demek oluyor ki vadinin karşı yakasında hala görünmekte olan köyümü dünya gözüyle görebileceğim son noktaya gelmiştim. Köyüm, sanki ne olur gitme diye bana bakıyor, yalvarıyordu. Dönüp son bir kez baktım, el salladım, yine gözyaşlarımı tutamamıştım, boğazım düğümlendi, adeta taş kesildim, ağırlaştım birden. Anam, kardeşlerim, sevdiklerim,  anılarım tekrar gözümde canlandı. Gidemiyordum, o tarafa yürümüyordu ayaklarım. Ta ki babamın, "hadi bakınma öyle şaşkın şaşkın, daha yolun yarısındayız, akşam olmadan köye varmalıyız." Sözlerini duyana kadar. Bir kâbustan uyanır gibi birden irkilmiş, kendime gelmiştim. Kurbanlık bir koyunun çaresizliği içinde babamı takip eder olmuştum. Zordu yüreğinin istemediği yöne yürümek. Ama mantığım, çaresizliğim ve gelecek hayallerim, elimi tutup sürükleyip götürüyordu beni. Tekraren yola koyulduk, yol dediğime bakmayın ancak bir insanın sığabileceği, çayırların, ormanların, derelerin içinden yılan gibi, sonsuzluğa doğru kıvrılıp giden, kaygan taşlar ve su çukurlarıyla dolu bozuk bir patika. Buna da şükür, bizi kaybolmadan, götürebilecek tek rehberimiz bu patika yoldu. Yol kenarındaki çayırlar ve yabani otlar paçalarımızı adeta yalıyordu. Üzerlerinde  taşıdıkları su taneciklerini ayaklarımıza ve paçalarımıza bıraktıkça, biraz daha üşüyor,  biraz daha ağırlaşıyorduk. Kuş uçmaz,  kervan geçmez deyimini sadece kuş sesleri bozuyordu. Onlar da daha çok, aç karga sesleriydi. Ara sıra sis o kadar yoğun oluyordu ki önümde ilerleyen babamı bile zor fark edebiliyordum. Yaban hayatının hala çok aktif olduğu bu çayır ve ormanlarda, ben babama,  babam da elindeki değneğe güveniyordu. Şimdi geriye dönüp baktığımda, o günlerde ya bir akıl tutulması,  ya da bir cesaret patlaması yaşıyorduk.     

    Uçsuz bucaksız çayırlar, öbek öbek ağaçlar, rengârenk çiçekler, art arda şarıl şırıl akan dereler, taş oluklardan akan buz gibi sular ve yol boyunca dizilmiş büyük küçük şelalelerin çıkardığı nameler,  sergilenen görsel güzellikler,  o gün benim için hiç te romantik değildi. Belki, yorgunluk, belki ayrılık, belki de göz alışkanlığı, burası Karadeniz her yer aynı zaten. Hatta o yıllarda diğer memleketlerin de böyle olduğunu sanırdım. Cennette yaşadığımızın sonradan farkına varacaktım.    Tek tük te olsa Bob Ross'un kulübelerini andıran, etrafı öbek öbek yabani çalı, diken ve ısırgan otlarıyla çevrili, ıssız, metruk, ara sıra da hala içinde yaşam olan barakalara rastlıyorduk. Daha sonra öğrenecektim ki buralara yöre insanı "kom" diyormuş. Yani köyle yayla arasında,  biraz köye benzeyen, biraz da yaylayı andıran, otlakların bol olduğu araziler. Bizim derede bu tür yerlere mezire deniyor. Daha çok yayla öncesi hayvanların antrenman yaptığı ve kışlık yiyeceklerinin tedarik edildiği kırlar.    Bir yerde patika ikiye ayrılıyordu. Hangisinden gitmek gerekir diye düşünürken, yaşı baya ilerlemiş, sırtındaki ot yükü sayesinde iki büklüm olmuş teyzemizi fark ettiğimizde o hala bizi fark edememişti.  Babam,  "Selamun aleyküm hanım abla", diye seslendi. Beklenmedik bu sesle irkilmişti teyzemiz. Zar zor kafasını kaldırıp bize baktı ve tekrar başını önüne eğdi. Yorgunluktan yüzü adeta pancar gibi kızarmış, çiselerle karışan terleri yüzünde izler çizerek yere damlıyordu. Babam, bu yollardan hangisi Büyükdoğanlı'ya gider,  diye sordu. Yaşlı kadın ses çıkartmadan ve başını kaldırmadan sadece eliyle gideceğimiz yönü işaret etti ve yoluna devam etti. Sonradan öğrendim ki yaşlı teyzem yeterli derecede Türkçe bilmiyormuş. Buralarda atadan kalma yerel bir dil konuşuluyordu. Daha çok yaşlılar arasında yaygınmış. Gençler her iki dili de konuşabildikleri için bir iki istisna dışında çok önemli bir sorun yaşamadım.     

     Yeri gelmişken bahsetmeden geçemeyeceğim, bu köyün yeni ismi Yılmazlar eski ismi Mezirealtı Köyü, bu vadinin ayak bastığımız  ilk köyüydü. Daha sonraları bu köyler birleştirilerek Beşköy Beldesi kurulacaktı. Maalesef 1998'de, 47 kişinin vefatına sebep olan Türkiye’nin en büyük ve en korkunç sel felaketi bu köyde yaşandı. Yine Türkiye’nin en değerli devlet adamlarından rahmetli Adnan Kahveci ve yine ülkemizin en değerli ve örnek bürokratlarından merhum Vali Recep Yazıcıoğlu da bu köylüydü. Her ikisini de iki ayrı elim trafik kazasında kaybettik. Hepsine Allah'tan rahmet diliyorum.      

   Nihayet Büyükdoğanlı Köyünün Aspalo mahallesine ulaşmıştık. Bizim köylere göre mimari de biraz değişikti. Genel olarak evler üç kattan oluşuyordu. En altta kesme taş duvarlardan oluşan ahır, üstünde insanların yaşadığı ve hemen hemen ahşaptan oluşan orta kat, bir de direni (çifte) dedikleri çatı katı bulunuyordu. Buraya kadarı neredeyse doğu Karadeniz’deki evlerin ortak özellikleriydi. Buradaki evleri farklı kılan en karakteristik özellik, genellikle üstü evin çatısını uzatarak kapatılan evin ön kısmındaki balkon şeklindeki çıkıntılardı. Yörede bunlara hayat deniyordu. Buraları genellikle kışlık odun, mısır koymak, havadar yerde ev işlerini yapmak ve çamaşır kurutmak için kullanırlardı. Dikkatimi çekti, diğer Karadeniz köylerinde bu işler için müstakil bir yapı olarak evin bahçesine serander (paçka) yapılırdı. Bu yörede buna pek rastlamadım. Bir de evlerdeki ahşap işçiliği zanaatı geçmiş adeta bir sanata dönüşmüştü. Tek çivi çakmadan, zıvanalarla yapılan ahşap işçiliğini hayranlık ve takdirle izlememek mümkün değildi. Bu nadide, estetik ve sağlıklı mimari de günümüzde betona yenik düşmek üzere. Mezarlarımız dâhil, maalesef betona gömüldük.(Devam edecek)

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.