ortada bir yere yapılmıştı. Yine de şükür gidecek bir okulumuz vardı. Her şeye rağmen bu bile bizim için bulunmaz bir fırsattı. Evimize yaklaşık üç, dört km uzaklıkta olan köyümüzün ilkokulu, düz bir arazide bile olsa, yaya olarak giden bir ilkokul çocuğu için çile sayılırdı. Oysa Karadeniz’in yetmiş-seksen derece eğimli vadilerini, birbirini kovalayan derelerini, tepelerini, keçi yolu gibi patikalarını düşündüğümüzde olayın vahameti daha da artıyordu. Bayır aşağı koşar adımlarla yarım saate gittiğimiz yol, dönüşte saatleri buluyordu, dağcılık sporunu aratmayan sahneler yaşıyorduk. Bir de üstüne eklenen yarım metreyi geçkin kar, beraberinde esen buz gibi rüzgar çileyi korkunç hale getiriyordu. Üstelik okuldan dönerken hepimiz korkunç derecede aç oluyorduk.
Maalesef okula giderken neredeyse ağırlığımızın yarısı kadar da bezden yapılmış bir heybeyi taşımak zorundaydık. Heybemizde kitap ve defterlerimizin yanı sıra, okuldaki sobalar için odun, bir parça mısır ekmeği ve birazcık ta peynirden oluşan okul azığımız oluyordu. Buğday ekmeği olanlar şanslı sayılırdı. O zamanlar paramız olsa da alış veriş yapabileceğimiz kantin şöyle dursun, yakın çevrede dükkân bile yoktu.
Her sabah olduğu gibi yine erkenden uyanmış, okul hazırlıklarımıza başlamıştık. Kahvaltı, okul heybemiz, üstümüz başımız derken gün ağarmaya başlamıştı. Rahmetli babam her sabah olduğu gibi gaz lambasından tasarruf maksadıyla pencerenin tahta kapaklarını erkenden araladığında karşılaştığımız manzara, birçokları için sıradan olsa da, benim için olağan üstü bir durumun habercisiydi. Dışarıda yarım metreden fazla kar vardı. Pamuk tarlasını andıran manzara, benim içimi üşütüyordu. Ağaçlar beyaz örtünün altında kaderine boyun eğmiş, esen rüzgâr “daha bu ne, devamı var” der gibi, kar taneciklerini pencerenin camına savuruyordu. Görünen, masum bir kostüme bürünmüş beyaz bir canavardı.
Bizim evimiz köyün en başında, okula en uzak evlerden biriydi. Ben ve ikinci sınıfa giden kardeşimle yolun bir kısmını ikimiz beraber gidecektik. Henüz kimsenin geçmediği yolu açmak ta bize düşüyordu. Kardeşim küçük olduğu için önde de benim olmam gerekiyordu. Ormanların içinde kıvrım kıvrım uzanan patika, kar altında adeta kaybolmuştu. Nerenin yol, nerenin uçurum olduğunu tahmin etmek te bana düşen önemli bir görevdi. Bir ara kendi kendime hayallere daldım, birazcık ta umutlandım. Bu şartlarda her halde bizi okula göndermezler, diye kendimce düşüncelere daldım. Anneme baktım, o da babama baktı, anlaşıldı karar verici belli olmuştu. Rahmetli babamla göz göze geldiğimde ne yapmam gerektiğini çok iyi anlamıştım. Çare yok, okula gidilecek. Erkenden yola revan olmak lazım, yol uzun, şartlar daha ağırdı. Geç kalırsak belki öğretmenim de kızabilirdi.
Bulabildiğimiz en kalın elbiselerimizi üzerimize giydik. Ayaklarımızı da annemin ördüğü kalın çoraplarla sağlama almıştık. Üstelik Rahmetli amcamın verdiği kırmızı plastik yağmur çizmelerimi de ilk defa o gün giyecektim. Birkaç yerinde ufak tefek delikler olsa da çizmesi olan şanslı üç beş kişiden biriydim. Yolu yoklamam için elime bir de değnek verdiler. Annem kapının üzerinde kaygılı gözlerle bizi izlerken bizim karla mücadelemiz çoktan başlamıştı. Yolun yarısına varmadan, kar suları çoraplarımıza kadar nihayet ulaşmıştı. Üşümek ne demek zangır zangır titremeye başlamıştık. Ben hem gidiyor, hem ağlıyordum. Akşama kadar bu ıslak çoraplarla, bu ıslak çizmelerle nasıl duracaktım. Ben ağlarken, ardımdan benim izlerimi takip eden kardeşim aksine türkü söylüyordu. Bir hışımla kendisine döndüm, ben burada ağlıyorum sen türkü söylüyorsun, kes sesini bir daha duymayım, dedim ama zavallım o da benim türkü söylediğimi sanıyormuş. Nedenini anlamasa da susmuştu. Sessizliği rüzgâr uğultularıyla, sallanan dallardan patır patır dökülen kar kütleleri bozuyordu. En kötüsü bu karlar bazen üzerimize dökülüyor, çilemiz katlanıyordu. İlerledikçe başka yollara karıştı, artık yolu açmıyor, açılmış yoldan sadece ilerliyorduk. Suratımıza çarpan kar taneleri sayesinde yüzümüz benek benek kızarmış, yer yer de morarmıştı. Derken nihayet yine de vaktinde okula ulaşmıştık. İlk hedef sobanın başında bir yer kapmak, ıslanan çorapları acilen kurutmak ve ders başlayana kadar birazcık ısınmaktı.
Sınıfın kapısını açar açmaz gürül gürül yanan sobanın sesi bile insanın içini ısıtıyordu. Tabi ki bu soba kendi kendine yanmıyordu. Bu sınıflar kendi kendine temizlenmiyordu. Okulda hizmetli de yoktu. Sadece öğretmenlerimiz vardı. Yani sınıfları temizleyenler de onlardı, sobaları yakanlar da onlardı, bize bir şeyler öğretmeye çalışanlar da onlardı. Sadece bilgi vermekle kalmayıp, eğiten, yol gösteren, yol açan, umut veren, örnek olan, önder olan, rehber olan da yine Onlardı. Kendilerine çok şey borçlu olduğumuz öğretmenlerimizi minnetle ve şükranla anıyoruz.
Muhtemelen bizden çok daha zor şartlarda yaşıyorlardı. Bu günkü anlamda ulaşım imkânları olmadığı için, bulabildikleri az sayıdaki evi nimet sayıyorlardı. Elektriğin henüz ulaşmadığı o yıllarda geceyi aydınlatan gaz lambasının keskin kokusuna alışmak, suyu mahalle çeşmesinden taşımak, odunu kırıp sobaları yakmak, soba kaçmadan üzerinde yemeğini pişirmek gibi bir sürü zahmetli işle de baş etmek zorundaydı köy öğretmenleri. Birçoğunun ilk görev yeriydi. En tecrübesiz ama en idealist oldukları bir dönemdi. Bilmedikleri bir yörede, alışık olmadıkları şartlarda yaşamak ve mücadele vermek zorunda olmaları onları yıldırmıyor, adeta motive ediyordu. Okul onlara da uzaktı. Bu yüzden erken çıktıkları için belki de kahvaltı bile yapamıyorlardı ama öğrencilerini sobasız, eğitimsiz asla bırakmıyorlardı. Bizim gibi onlar da uzun mesafeleri yürümek zorunda kalıyor, bizimle beraber üşüyor, bizimle beraber ıslanıyorlardı. Üstelik akşam eve gittiklerinde yanan bir sobaları, hazırlanmış yemekleri de olmayacaktı. Şartlar ne olursa olsun onlar öğretmendi, memleketin geleceğini onlara emanetti. Belki de en önemli motivasyonları buydu.
Kapıyı açtığımda sobanın etrafı çoktan sarılmış, sıkışacak en ufak bir aralık bile kalmamıştı. Arkadaşlar bir yandan ısınıyor, bir yandan da ıslanan paçalarını, çoraplarını kurutmaya çalışıyordu. Derken bir gurup öğrenci çocukluk dürtüsüyle sobayı bırakıp sınıf içinde koşuşturmaya başladı. Bu sobanın başında yer kapmak için bulunmaz bir fırsattı. Hemen sırılsıklam olmuş çoraplarımı çıkartıp, sobanın yanındaki odun tenekesinin kenarına astım. Bir kenarda da ısınıp, üstümü kurutuyordum. Koşuşturan arkadaşlardan birisi kovayı devirmesin mi, nar gibi kızarmış sobanın yüzeyine değen çoraplar bir anda buhar olmuştu. Çorapsız kalmak benim için korkunç bir olaydı. Bu karda, bu soğukta eve nasıl gidecektim. Gitsem babama ne diyecektim. Bir çorabına bile sahip çıkamadın diye azarlanmak artık mukadderdi. O öfkeyle arkadaşımın üzerine atıldım, başladık boğuşmaya, hem ağlıyor hem arkadaşı kovalıyordum. Derken Mehmet Öğretmen sınıfın kapısını bir hışımla açmış, kolumdan tutup bizi ayırana kadar farkına bile varamamıştım. Ayrılsam da öfkem dinmemiş, ağlamaya devam ediyordum. Doğru ya ben çorapsız ne yapacaktım, nasıl eve gidecektim. Öğretmenim beni yerime oturttu, kendisi de karşımdaki masasına geçti. Öğretmenim, ağlama, üzülme bir çözüm bulacağız. Bir kazadır olmuş, arkadaşın çoraplarını isteyerek yakmadı ki. Sakin ol bakım, dedi. Birazcık sakinler gibi olsam da ara ara hıçkırık nöbetlerime engel olamıyordum.
Tüm sınıf şimdi ne olacak diye dikkat kesilmişken, Mehmet Öğretmenim ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarttı. Ayaklarında iki çift çorap vardı. Bir çifti yün örme çorap, bir çifti de normal çoraptı. Beni yanına çağırdı, yün çorapları bana uzatarak, al bunlar senin olsun, dedi. Almadım. Kendi kendime, öğretmenin çorabı alınır mı, ayıp. Onun da yolu uzun, o da ıslanır, o da üşür diye içimden geçirdim. Başım öne eğik, zar zor anlaşılır bir eda ile yooo asla alamam öğretmenim, sözlerime itiraz eden bir eda ile Mehmet Öğretmen, sana bir şey soracağım, dedi. Sorun Öğretmenim, dedim. Benimle beraber tüm sınıfta da derin bir sessizlik olmuştu. Öğretmenim tekrar söze girdi, yüzüme bak dedi. Senin ayağında iki çift çorap olsaydı, kazara o gün benim çoraplarım da yansaydı, sen çoraplarının bir çiftini bana vermez miydin? Ani ve kararlı bir ses tonuyla, elbette verirdim öğretmenim, der demez, Mehmet Öğretmen, tamam işte, ben de aynı şeyi yapıyorum, demesi üzerine bana söyleyecek söz, kaçacak bir yol kalmamıştı. Ayağındaki diğer çorapları gösterdi, bak benim ayaklarımda bir çift çorap daha var, bugünlük ben bunlarla idare ederim. Bu sözler üzerine birazcık gevşemiş, mahcup ama ciddi bir eda ile yarın getirip teslim etmek şartıyla çorapları almayı kabul etmiştim.
Olur, dedi öğretmenim. Çorapları aldım, giydim, sıcacık olmuştu ayaklarım. Sevinçle mahcubiyeti beraber yaşıyordum. Eve gittiğim de olayı aileme de anlattım, kızacaklar diye çok korkuyordum. Onların kızmamasına da çok sevinmiştim. Anacığım hemen öğretmenimin çoraplarını yıkadı, sobanın yanında sabaha kadar da kurudular. Özenle katladık, bir gazete kâğıdına sararak, teşekkür edip öğretmenime teslim ettim.
Öğretmenimin çoraplarını bana vermesi, hem de yün çorapları vermesi, bizi bir anne- baba hassasiyetiyle düşünüyor olması beni ziyadesiyle etkilemişti. Evet, ben de öğretmen olmalıyım, hem de Mehmet Öğretmen gibi bir öğretmen olmalıyım. Şükürler olsun, kısmet oldu, öğretmen oldum. Öğretmenlik hayatım boyunca Mehmet Öğretmen olmaya özen gösterdim. Bunun canlı şahidi sevgili öğrencilerimdir. Ne mutlu bana öğretmenim. Tüm Öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü kutlu olsun.